Kendini Bil ve Kendine Gel


 Batı’nın düşünce ve teknoloji bakımından hâkim konuma geçmesiyle, ciddi bir tasavvur erozyonu yaşadığımız bir gerçek. Tasavvurlarımızdaki bu aşınmalar sebebiyle, olaylara bakışımız, düşünme, konuşma ve hayat tarzımız da değişiyor. Bu değişimde kelimeler, kavramlar önemli bir yer işgal ediyor. Tasavvur değiştikçe dil de değişiyor. Veya tersi de söz konusu olabilir. Dil değiştikçe tasavvurlar da değişebilir.

Gündelik hayatta artık çokça kullandığımız bazı deyimlerin bu zihniyet değişiminin izlerini taşıdığı kanaatindeyim. Türkçemizde bir asır önce, günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, görüşürüz, iyi şanslar gibi dilek cümleleri var mıydı, doğrusu merak ediyorum. Bunlar herhâlde good morning, good day, good evening, see you, good luck gibi İngilizce veya Fransızca deyimlerin Türkçeleştirilmiş muadilleri olmalı.

Aynı şekilde bunların bizim gibi mütedeyyin çevrelerce kullanılan hayırlı sabahlar, hayırlı günler gibi sürümleri de öyle… Ancak bunların, sabahı şerifleriniz hayrola, akşamı şerifleriniz mübarek ola gibi deyimlerden de mülhem olma ihtimali var.

Aynı kelimelerin Arapça’da da karşılıklarının uydurulduğunu ve fakat bunların halk içinde kullanılmadığını öğrenince bu kanaatim biraz daha pekişti. Sözgelimi sabâha’l-hayr (günaydın), mesâe’l-hayr (iyi akşamlar), ile’l-likâ’ (görüşmek üzere) gibi deyimlerin sadece laik çevrelerce ve televizyon dilinde kullanıldığını gördüm. Halk ise, selamı veya hayyâkellâh (Allah esenlik versin), Allâhu yuhallîk (Allah bağışlasın) gibi belli başlı duaları kullanıyor.

Bu yazıda, artık günlük hayatta çokça kullandığımız özellikle iki deyime dikkatlerinizi çekeceğim; İlki, kendine iyi bak. Vedalaşırken kullandığımız gayet masumane bir deyim. Ama bana o kadar masum gelmediğini söylemeliyim.

Deyim, kanaatimce yine Batı kökenli. Zira henüz sözlüklerimizde yok. Hafızam beni yanıltmıyorsa bu deyim Amerika’da yapılan bir radyo programının adı. Bu program psikolojik rahatsızlıkları bulunan, intiharı düşünen insanları bu düşüncelerinden vazgeçirmek, onları “kendileri” ile barıştırmak için düşünülmüş. Çünkü psikolojik bunalımlar arttıkça, insan kendine karşı yabancılaşmaya başlar. Ruh ile bedenin arası açılır. Bir başka ifadeyle insanın benliğiyle vücudu arasındaki bağ kopar. Kişi kendine zarar vermeye başlar. Nihayet bu intihara kadar varır ki bunu yapmaya girişen insan artık tamamıyla kendinden kurtulmak istemektedir. (Bu, R.D. Laing’in The Divided Self (Bölünmüş Benlik) adlı eserinin temel tezidir.) Dolayısıyla böyle bir programla, kendilerine yabancılaşan bu insanlara, kendilerine iyi bakmaları salık verilmekte, bu tür insanların içinde bulundukları benlik-beden ayrımı giderilmek istenmektedir.

Bizde ise her şeyden önce ‘kendi’ kelimesinin çokluk menfi bir anlamı vardır. Nitekim bir şuursuzluk hâlini ifade etmek için, kendini kaybetti; birinin hatalı ve kontrolsüz bir davranışını gördüğümüzde, kendine gel; kibirlenen bir insana, sen kendini ne sanıyorsun; kendini başkalarından üstün görenlere, kendini beğenmiş, deriz vb. Dolayısıyla ‘kendi’ye çoğu kez olumlu bir anlam izafe etmeyiz. Çünkü biliriz ki kendi, ‘nefs’in kendisidir. Nefis ise, iyi bakılacak bir şey olarak görülmez. Hz. Yusuf’un (a.s) ifadesiyle nefis iyi bakmaya/güvenmeye gelmez, çünkü insanı kötülüğe sürükler. Yularını bıraktın mı günaha götürür seni. İmam Gazzâlî’nin, nefsi bineğe benzetmesi ve ona gereğinden fazla önem vermenin insanı yarı yolda bırakacağı uyarısı anlamlıdır. Sevgili Peygamberimizin (s.a) de duası vardır: “Allah’ım beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma” diye.

Öte yandan bizim zihin dünyamızda, zâtına hoşça bakmak vardır. Şeyh Galib’in meşhur beyitini hatırlayalım:

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen

Evet, insan kâinatın özü, gözbebeğidir. Eşref-i mahlûkattır. Bu sebeple, zatına (hadi yine kendine diyelim) ibret nazarıyla bakmalı, Yüce Yaratıcısının kudretinin büyüklüğünü kendinde seyretmelidir. Zira kendini bilen Rabbini bilmiştir. İşte bunun için bizim Yunus’un deyimiyle ilim kendin bilmektir. İnsan-ı Kâmil olmanın yolu budur.

Bu arada günlük hayatımızdan yavaş yavaş çekilen birkaç deyimi de hatırlatalım: Hoşça kal! Sağlıcakla! Selametle! Hayra karşı!... Demek ki bir şey gelirken çok şeyi götürüyor.

İkinci deyimimiz, artık dilimizden hiç düşürmediğimiz kendine güvenmek. Bu kelimenin Türkçedeki kökeni nereye kadar gider bilemiyorum. Ancak Batı düşüncesindeki köklerini kestirebiliyorum. Aydınlanma düşüncesinin yaldızlı sözlerinden biri, Kant’ın ifadesiyle “Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!” (sapere aude)dir. Yani bir dogmaya, bir dine, bir mezhebe yaslanmayı bırak, sen kendi kendine yetersin özgür bir varlıksın. Öyleyse bütün bunlardan sıyrılarak benliğini ortaya koymalısın. Ondan daha önce yaşayan Descartes’ın, “Düşünüyorum o hâlde varım” (cogito ergo sum) ifadesini hatırlayalım. Filozof bu düşüncesiyle varlığın da düşüncenin de merkezine kendini/beni koymamış mıdır?

Kendini özgür, bağımsız bir varlık addeden Batı insanı, her şeyi kendinin yapabileceği inancındadır. Yapabilirsin, başarabilirsin gibi pohpohlayıcı sözler bu düşünce biçiminin açık belirtileridir. İşte bu kendine güven ve kendi kendine yeterlik duygusu (selbstbehauptung), Batı insanını ateizm bataklığına sürüklemiştir.

Hâlbuki bizde, hayatın merkezinde insanın kendi yoktur. İnandığı ve mensup olduğu değerler vardır. İnsan, güven duygusunu ve gücünü o değerlerden alır, o değerlere yaslanır. O değerlere tutundukça var olacağını düşünür. Nefsine prim vermez. Onu göklere çıkarmaz. Bir başarı varsa o Allah’tandır. Tam da burada Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftan’ındaki Muhsin Çelebi’nin tavrını hatırlamanın zamanıdır.

İşte bu noktada bizim anlam dairemize ait olan tevfik, tefvîz, tevekkül, tevazu gibi kavramlar çıkar karşımıza. Tevfîk başarıyı Allah’tan ummaktır: “Benim başarım ancak Allah’tandır”. Nitekim bizim kitaplarımızın önsözünde, Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır, yazılıdır.

Tefviz işleri Allah’a havale etmektir: “Ben işimi Allah’a havale ediyorum.” Ariflerden biri şöyle demiştir:

Tefvîz-i umûr edeli Hazret-i Hakka

Hacet kalmadı gayrin bâbını dakka

(İşlerimizi Allah’a havale ettik. Artık başkalarının kapısını çalmaya ihtiyaç kalmadı.)

Tevekkül, bütün işlerde Allah’a dayanıp güvenmektir: “Allah’a tevekkül et, çünkü Allah tevekkül edenleri sever.” Âkif ne güzel söyler:

Allah’a dayan, sa’ye sarıl hikmete râm ol

Budur yol, bilmiyorum başka çıkar yol

Tevazu, alçakgönüllü olmaktır: “Rahman’ın has kulları yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler.

” Bu ayetten ilham alan şairimiz şöyle der:

Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyincek hâke nebât

Mütevazi olanı rahmet-i Rahmân büyütür

(Tohum toprakla buluşmadıkça suya eremez; toprak gibi balçak gönüllü olan kimse de bu davranışıyla Allah’ın rahmetine kavuşarak yücelir.)

Bütün bu hasletlerin, hiçbir zaman çalışma ve işlerin gereğini en güzel şekilde yapma prensibine aykırı olmadığı ise izahtan varestedir.

Bunların yanı sıra kendine güvenmenin, kibir, ucup (kendini beğenme), aşırı hırs, haset gibi büyük günahları doğuracağı da unutulmamalıdır. Kibir ve ucup, şeytanın günahıdır ve ilk günahtır; hırs Hz. Âdem’in günahıdır; haset ise Kâbil’in günahıdır. Hâlbuki bizim dilimizde ya nasip, kısmet, kısmetse olur gibi tevekkül ve kadere rıza ifade eden çok anlamlı deyimler vardır.

Sonuç olarak farklı bir anlam dairesinden kopup gelen deyimler, çok masum da görünseler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir. O deyimler, o anlam dairesinin kodlarının ifadesidir, bize uymaz. Bu sebeple, kendimize iyi bakıp kendimize güvenmek yerine, kendimizi bilip kendimize gelelim. Vesselam.


Doç. Dr. Mesut KAYA/ NEÜ AK. İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi


Yorumlar

  1. bu mecralardan uzun zamandır doyum elde edeceğim yazılara denk gelemiyordum. hocamızın kalemine; emeği geçenlerin, sebep olanların ellerine ve yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder